28 Mayıs 2011 Cumartesi

Muşamba - Midnight Radyo

Zorlanıyorum. Neyi neden düşünmem gerektiğini bilmiyorum. Okumak güzel şey. Okumak kurtarıyor. Elimi havaya kaldırdım. Bir kadın bakar gibi oldu. Elim havadaydı hala. Bıyıklarım terlemeye başladı. Uzun açık alınlı bir adamla tarışmaya başlamıştım uzun açık alınlı olduğu için. Kırmızı bir masada kırmızı şarap içmekteydik. Tesadüfe bakın. Elimi indirirken tekrar kaldırmayı düşündüm. Dans ediyordum bir nevi. Müzikle uyumluydum. Kadınsı da olsa uyumsuz görünmekten iyidir toplum içerisindeyseniz. Açık alınlı adamın yüzüne bir ışık çarptı o anda. Flaşlar patladı. Çığlıklar, feryatlar. Çığlıkta feryat da yoktu aslında. Bir gülmeceydi gidiyordu. Kutlamalar hoştu, iyiydi. Açık alınlı adamın eli nereye gideceğini bilmiyordu. Tedirgindi. İnsanın doğasında böyle bir şey yoktur. Tanımadığın insanların kahkahaları dibinde olmamalı aslında. Bu yüzden tv de utanç verici bir şey olduğunda sanki biz yapmışız gibi hissederiz. Belki de böyle değildir tabi tartışılabilir. Onlar güldükçe titriyordu adam. Gerilmişti, kızmıştı. Düşünceli bir tavır alamazdı açık alınlı adam. Onda o hava yoktu. Elimi kaldırdım tekrar. O elin boşta olmaması gerekirdi. Bunu onlara anlatmalıydım. Elimi indirdiğimde yanımdan bir garson geçti. 3. defa çağırdım. Bu sefer duymuştu. Sevindim. Rahatladım. Zafer benimdi. uzun süredir orada sessizce oturduğum için ses grafiklerimde sorun olacağı belliydi. Aldırış etmeden yüksek sesle tekila istediğimi söyledim. Birkaç saniyelik bir tepki aldım. Geçti. Diğer elim de dolmuştu. Mutluydum. Böyle şeyler beni mutlu ediyordu ve bundan dolayı kendimden utanıyordum. Küçük, basit, sıradan olduğumun en güzel kanıtı buydu. O insanlar kolay mutlu olmuyorlardı. Zorluklar çekmişlerdi. Asla büyük bir isim olamayacağımı yeniden öğrendim bir anda. Ellerimin dolması toplumdan kurtulmam demekti. Ayaklarım görünmüyordu. Vücudumun da bir dekor olduğunu varsayarsak artık herkesten farkısızdım. Düşünmenin, gerçekten düşünmenin tam sırasıydı. Müzik yapmam gerekiyordu. Bastığım notalar basitti. Yazdığım yazılar beğenilmiyordu. Fotoğraf çok daha net, çok daha soyut olmalıydı. Kırmızı masa parlıyordu ışıklardan. Düşüncelerim açık alınlı adamı rahatlatıyordu. Şu an suçlu olan bendim. Ben konuşmadığım için sohbet edemiyorduk. Ne zaman dalsam onun rahatladığını hissederdim. İnsanlar hareket ediyordu. Zaman harflerine harf katıyordu. Biz her şeyi olan adamlar gibiydik. Rahat görünüyorduk. Sanki herkesten daha sosyal, sanki o an için herkesten daha bilgiliydik. mekan bize huzur veriyordu. En azından dışarı çıktığımız için eve daha az düşünceyle dönecektik. Misyon tamamlanmıştı. Nasıl olsa internet, televizyon, müzik evi dolduruyordu. Fazlası zarardı zaten her şeyin. Denge gerekiyordu hayatta. Konuşmak bir yere getirmiyordu insanları. Sorunlar çözülememişti. O an ikimizde ellerimizi kadehlere uzattık. Ama kadehler bitmişti. Garsonu çağırmak mı daha zordu hesabı istemek mi onu düşünüyorduk.

6 Mayıs 2011 Cuma

Neyin ne olduğu ve neyin ne olduğunu ben bilirim. Mesela hayatla ilgili kilit bir soru yoktur. Bunu ben bilirim. Ama illede zorlarsak ancak şu soru çıkar: "Ee?" Çünkü hayat anlamsızdır.

Kaç yaşındasın çocuk?

Yürüyorum. Zor değil yürümek. Beyaz kapılar yok. Etrafta bir fluluk da yok. Tek başıma da değilim. İnsanlar var. Olabildiğince insan. Müzik de var. Ama çok yavaş ve hüzünlü değil. Zıpçık bir şey çalıyor. Düşünüyor gibi görünmüyorum. Dikkat çekmiyorum. Havalı değilim. Etrafımdaki insanlara göre slow motion ya da
parlak bir mesih gibi falan bir halim de yok. Oldukça sıradanım. O an bunun üstüne düşünmüyorum. Hatta belki de hiç düşünmüyorum. Ellerim titremiyor. Birden bir bomba patlatacak gibi bir halim yok. Birden çığlık atacak gibi bir halim de yok. Yeşil rengi geliyor aklıma. Bir yere gitmek istiyorum o an. Aynı anda yürüyorum ve karar veremediğim için bir sağa bir sola
sendeliyorum. Bu süre zarfında insanlar ne yöne gideceğimi kestiremediği için bana çarpıyorlar. Taraflı yaklaşım. Ben onlara çarpıyorum. Sonra ahşap geliyor aklıma. Hala yürümekteyim. Ahşap bir yere gidiyorum. Yahut ahşap bir şeyin üzerine oturacağım. Şimdllik ahşap olacağını biliyorum. Kafeler inanılmaz bir ışık saçmıyor. Bütün insanlar, arabalar üzerime üzerime gelmiyor. Yavaşlamıyorum bir an için. Yahut intihar planları yapmıyorum. Br kız geçirmiyorum aklımdan. Bir sorumluluk yormuyor beni. Bir şey yapmamak yahut yapmak çok da sikimde değil açıkçası. Sadece aklıma fikirler gelmeye devam ediyor. Birden farkına varıyorum düştüğümün. Bir amcanın üstündeyim. Amca bana bağırıyor. Gereksiz konuşmaları dinliyorum. Özür dileme gerekliliğini düşünüyorum. O sırada bir kafenin önündeki masaya çarptığım gerçeğini algılamaya çalışıyorum. Hiç bir şey yavaş değil. Her şey sizinde yaşadığınız dünyada oluyor. Belki sizin amcanıza çarptım. Bunu unutmayın. Bunun başka bir dünyada olduğunu düşünmeyin. Hemen rahatlamayın. Ahlaki sorumluluklarınızla okuyun. Neyse adamın üzerindeyken bir de suratına yumruk atmak geçiyor aklımdan. Tabi ki atmıyorum. Toplumun gözüne girdim bir anlamda. Kötü anlamda girdim algılarına ve o an bir terslik daha kaldıramayacak tiplere benziyorlardı. Yürümeye devam ettim. Sigara falan yakmadım. Zaten inanılmaz bir estetikle falan da içmiyorum sigarayı. Kareografi kelimesi o anda geldi aklıma. Nasıl bir kareografi. Niçin kareografi. Dans olsa gerek diye düşünmedim. Gerek demem saçmaydı zaten bu bir roman değildi. Gerek kelimesi romanlarda olurdu. Eğer romanda değilse yapay dururdu o an için. Beni okuyan kişiyi gördüm orda. Yanında bir kız vardı. Yanında bütün amerikan sineması duruyordu. Korktum. Kıskanmayı düşündüm. Düşünürken hevesim gitti. Kıskanmadım. Bir şeyler söylüyordum büfedeki adama. O an bunu düşünürken ne söylediğimi unuttum. Elimde bir obje vardı. Ahşaptı. Yeşildi. Kareografiyle hiçbir alakası yoktu.